23 Eki Gazete Oksijen
Büyük Taarruz coğrafi olarak nasıl bir arazide yaşandı?
Eğer şehir merkezini bir odak noktası olarak alırsak Afyon’u Ankara’ya doğru örten hilal şeklinde bir tepeler silsilesi vardır. Kalecik Tepeleri dediğimiz bu silsile magmatik kökenli kayaçlardan oluşmuş bir yapıdır, o yüzden rölyefi çok serttir. Yani dışarıdan baktığınız zaman bile keskin yamaçları sert çıkıntılarıyla taarruz eden tarafı gerçekten yıldıran bir görüntü arz eder burası. Afyon’un doğusundan Eskişehir yönüne, kuzeye doğru gittiğiniz zaman ise sırasıyla Güzelim Dağı, Dede Sivrisi, Oyuklutepe, Kazuçuran Tepesi hattı vardır, ki burası da böyle tam bir akşamüstü gezintisine çıkmalık yumuşaklıkta, yayvan, insanın gözünü korkutmayan bir tepeler bölgesidir.
Ama Türk tarafı taarruzu zor olan yerden, Güney’den yaptı?.
İşte Yunanlara çok ciddi stratejik hata yaptıran da bu oldu zaten. Açıkçası tepelerin karizması gözlerini kandırdı. O sert tepeleri biraz daha iyi tahkim ederek (güçlendirmek) burayı bir kale haline getiririz düşüncesine kapıldılar. Gerçekten güçlendirdiler de… Tepelerin gerisine sıra sıra tel örgüler çektiler, makineli tüfek sütreleri, direnek merkezleri yaptılar. İngiliz askerleri gelip teftiş ettiğinde “Türk askeri 6 ayda geçemez burayı” dedi. Ama oradaki sıkıntı şuydu: O Batı’ya doğru kırıp mevzilendikleri yerler Yunan ordusunun ana ikmal kolları olan Afyon-İzmir demir yolu hattına o kadar yakındı ki…
Ne kadar?
Şöyle söyleyeyim; 26 Ağustos günü bizim 8. Tümen topçusu 13 km menzillik topla tek atışta Afyon tren istasyonundaki treni vuruyor. Yani bu kadar menzil içinde sıkıntılı bir durum var orada… Dolayısıyla evet, Güney’deki tepelere baktığınızda çok sert, hakikaten kale gibi insanı yıldıran bir görüntüsü var. Ama o tepeleri bir kez aşarsanız, zirveye bir kez ulaşırsanız da arkası Sincanlı Ovası; geçmiş olsun! Ve Sincanlı Ovası’nın ortasından da dediğim gibi Yunan ordusunun ikmali için (eksiklerinin tamamlanması) çok önemli olan demir yolu hattı geçiyor.
Yani Türk ordusu için zoru başarmanın iki ödülü var?
Kesinlikle. Şimdi bunu görünce bizim kurtlar sofrasının affetme gibi bir ihtimali yok. Çünkü bu adamlar 10 yıldır her savaşa giren adamlar. Ve kendileri de buna benzer çok hatalar yapmışlar. Bu hataları yapa yapa yapmamayı ve yapılan hatayı bir bakışta görmeyi öğrenmişler.
Ama çok riskli?
Onlar da zaten hep riski minimize edecek tedbirler aldılar. Neydi? Bir kere her şeyden önce gizlilik. Yani baskın taarruz. Baskın taarruzun temeli gizliliktir. Gizliliği eğer mükemmel bir şekilde uygularsanız karşı tarafın hiç beklemediği miktarda bir kuvveti o kale sandıkları yerin tam karşısına hiç belli etmeden kurarsanız o kale de onları korumaz. Her kale düşer. Onlar da bunu yaşadılar zaten.
Cephenin tamamı kaç kilometre?
700 km civarında. Gemlik Körfezi’nden başlayıp Bozüyük’ten Eskişehir’e doğru gelin, Eskişehir’den aşağıya Kütahya’dan Afyon’a, Afyon’dan kıvrılarak Denizli Çivril’den Menderes’e kadar bağlayın. Yani ters bir C harfi.
Taaruz hattı ne kadar?
Bizim ”kesin sonuçlu muharebe” dediğimiz bir olay vardır. O kesin sonuç aradığınız yer sizin “taarruz sıklet merkezi”nizdir. Bizim taarruz sıklet merkezimiz Afyon’un güneyinde Kaleciksivrisi’yle Çiğiltepe arasındaki hat, 30-35 km. Cepheyi yarmayı planladığımız yer ise Belen Tepe’yle Tınaz Tepe arasındaki yaklaşık 10-12 km’lik kesim. O yüzden zaten neredeyse bütün vurucu gücümüzü, yani 11 tümen ve 200’den fazla topu topladığımız kısım burasıydı.
Yani 700 km’lik cephenin kaderi o 10 km’lik hatta. Peki 26 Ağustos sabaha karşı Mustafa Kemal nerede?
O hattın tam göbeğinde. Önce 24 Ağustos’ta Akşehir’den çıkıp Şuhut’la Kocatepe arasındaki derin vadiye geliyorlar. Gizlilik o kadar sıkı uygulanıyor ki ordugahın yerini çadır kurulana kadar komutanlar dahi bilmiyor. Karargah Yunan uçaklarına hedef olmamak için vadideki ağaçların altına kuruluyor. Çünkü bilhassa bir yerde çadırlı ordugah kurulması bütün Yunan birliklerini alarma geçirir. O yüzden ışık dahi kullanmıyorlar ordugahta.
Kocatepe’ye çıkışı nasıl?
25 Ağustos gece yarısına doğru üniforması üzerinde bir parça kestiriyor. Ordugahla birlikte tepeye gün doğmadan ne kadar zamanda, nasıl çıkılır onların hepsinin hesabı yapılmış, hareket saatini bekliyor. Hareket etmeye hazır olunca yaveri Muzaffer Kılıç geliyor, “Paşam hazırız” diyor. “Tamam çocuk haydi biz de gidelim” deyip hemen manevra kemerini, silahını kuşanıyor, kalpağını takıyor, tıraşını zaten olmuş. Savaşta da olsa asla tıraştan ve diğer askerlik şartlarından taviz vermez. Çok devrimci bir kişilik, ama askerlik töresi konusunda inanılmaz muhafazakar bir karakter. Ve yukarıya Kocatepe’ye hilal şeklinde ince bir ay ışığının altında, eli belinde, biraz da öne fazla eğilerek karargahıyla beraber yürümeye başlıyor. Dik, kayalık bir yamaç, ama hareketliliğin belli olmaması için hiçbiri ata binmiyor.
Kocatepe’nin rakımı 1900 metreye yakın sanırım…
- Yani şöyle söyleyeyim, onların normalde giydikleri süvari çizmelerinin altı biliyorsunuz kösele. Altı kabara olmayan kösele ayakkabıyla orayı nasıl çıkabildiklerine hala daha şaşarım. Hani bir de Mehmet’in çarıkla o geven otlarının, kayaların üzerinden çıktığını düşünürseniz; zor! Yukarı ulaştıktan sonra üç ayrı komutanlığın flamaları dikiliyor, fakat çadır kurulmuyor. Çünkü Yunan uçakları özellikle vızır vızır Mustafa Kemal’in ordugahının olduğu yeri arıyorlar. Ve bulunduğu yer de aslında düşman dağ bataryasının 6 km’lik topçu menzilinin içinde.Yunan Başkomutanı Hacianesti nerede o sırada?
O İzmir’de, 350 km uzakta. Bilgisayar oyunu gibi muharebeyi oradan yönetmeye çalışıyor.
Peki Kocatepe’nin ne özelliği var, neden Mustafa Kemal ordugah için orayı seçiyor?
Kocatepe yüksek bakısı olan, düşman cephesini çok net gören bir yükselti. Ve taarruzda kesin sonuç aradığımız noktanın da tam karşısı. Bir avantajı da şu, yanılmıyorsam Fahri Belen hatıratında anlatıyordu, coğrafyacı olsa ancak o kadar güzel tanımlayabilirdi; “Kocatepe sanki eteklerini açıp arkasında birini saklarmış gibi.” Gerçekten de iki kolorduyu saklıyor arkasında, onlarca topu saklıyor ve Yunanların ruhu bile duymuyor. Türk ordusunun tek yapması gereken muharebeden bir gece önce Savran tarafından yavaş yavaş eteklerden sıyrılıp 8-10 km’lik bir yürüyüşle taaruz çıkış noktalarına yaklaşmak.
İlk ateş saat tam kaçta nereden başlıyor?
26 Ağustos saat 05.15’te 105’lik bir Skoda obüsüyle Tınaztepe’nin tam karşısından. 105’lik Skoda o dönem topların Ferrari’si. Aslında atış saati planlanandan yarım saat geç başlıyor. Çünkü sadece o gün değil, o hafta boyunca sabahları çok kesif sis var.
Ne kadar sürüyor?
Düşman mevzini tespit edebilmek için yapılan ilk tanzim ateşi normalde 15-20 dakika sürer. Ama aylardır çalışa çalışa mevzilerin yerlerini öyle öğrenmişler ki tanzim ateşi 5 dakika bile sürmedi. Ardından tahrip ateşi başladı. 15 dakikaya yakın sürdü o da. Zaten o dakikada artık piyadeyi tutmak mümkün değil. Topçusundan piyadesine süvarisine kadar herkes aylardır, hatta yıllardır kurulmuş zemberek gibi. Herkesin gözü çavuştan gelecek emirde. Ve zaten artık 6’ya 20 kala gibi tutamıyorlar da, Mehmet direkt Tınaztepe’ye yürüyor.
O anda Yunan tarafı için tam olarak sürpriz olan nedir? Taarruz’a ilişkin hiç mi bilgi sahibi değiller?
Aslında Yunan askerlerinin hatıratına baktığınızda 26 Ağustos’a doğru bir panik içinde olduklarını görüyorsunuz. Mesela Yunan 1. Kolordu Komutanı Trikupis 2. Kolordu Komutanı Digenis’ten alelacele 10 bin asker getirtiyor Tınaztepe’ye. Çünkü bir Türk askeri Taarruz’dan bir hafta önce Yunan 1. Kolordusu’na sığınıyor ve bildiklerini anlatıyor. Fakat o asker yanlış bildiği için mi yanlış bilgi vermek için mi bilmiyoruz, “Karşınızda 5 tümen var” diyor. Trikupis yine tedbir alıyor, ama “5 tümen olduğuna göre kesin sonuç almaya yönelik taarruz edecekleri yer burası değil. Zaten tahkimatımız çok güçlü, arazi çok sarp, 5 tümenle bir şey yapamazlar” diye düşünüyor.
Yani bir fikirleri var, ama sınırlı?
Aynen öyle. İşte hava keşifleri yapmaya çalışıyorlar, ama Sakarya’daki gibi sıfır değiliz, 10 tane avcı uçağımız var, Yunanlara sağlıklı bir keşif yaptırmıyorlar. 14 Ağustos’tan itibaren 10 gün boyunca gece yürüyüşleriyle Kuzey’den Güney’e 7 tümen asker kaydırdık, ki matematiksel bir dehanın ürünüdür o. Gündüzleyin Yunan keşif uçağından baktığında aşağıda hiçbir değişiklik yok gibi görünüyor. Ama gece oldu mu bir birlik önden giden birliğin mesafesi kadar yol kat edip onun yerini dolduruyor. Böylece birbirlerini ite ite, ite ite Kocatepe’ye kadar yürüyorlar. Bu sayede Afyon’un güneyinde 80 bin asker toplanıyor, ama Trikupis’in bilgisi 35 bin. Yani onlardan habersiz 50 bin asker, 130 top getirdik, ruhları duymadı.
Baskın olan da bu mu?
Tabii, çünkü Yunan tarafı 2 metrelik dalga beklerken 40 metrelik tsunami geliyor. Toplar çok önemli. Bilhassa 25. Ağır Topçu Alayı o gizli gizli gece yürüyüşleriyle 25 Ağustos gecesi hemen Yunan cephesinin karşısındaki mevziye kadar sokuluyor. İşte Trikupis’i şaşkına çeviren de bu dalganın boyutu. Yani 5 tümen beklerken oyalama taarruzu yapan 6. Tümen’i de katarsak 12 tümenlik bir güç buluyor karşısında.
Birinci gün nasıl bitiyor?
Gözünüzde şöyle canlandırın, 35 km’lik bir hat alev alev yanıyor. Kesif bir duman. Göz gözü görmüyor. Çünkü topçu ateşinde sadece infilak olmuyor, ardından yangın da başlıyor. Yunan tarafı büyük bir acemilik gösterip ön hat mevzilerinde örtü temizliği yapmadığı için bütün o bitki örtüsü alev alıyor. Kendi askerleri alevler içinde kalıyor, ki bizim taarruzdaki askerlerimizden de aynı şekilde ölenler var. Benim yaptığım hesaba göre o hatta metrekareye yanılmıyorsam 10-12 kilo top mermisi düşüyor. O kadar yoğun bir atış var. Piyade taarruza kalktığında ilk hatlarda canlı hiçbir şey kalmamış, yerle yeksan vaziyette. Dolayısıyla ilk iki hattı özellikle Tınaztepe ve Kalecik tarafında çok kolay geçiyorlar. İşte orada ilk günün sıkıntısı ortaya çıkıyor.
Fazla mı gidiyorlar?
Fazla hızlı gidiyorlar. Biz hesabımızı yaparken topçunun bu kadar bitirici bir rol oynayacağını ve piyadenin ilk iki hattı bu kadar kolay geçeceğini öngörmemiştik. Oysa piyade ilerledikçe topçular da ilerlemek zorunda, ama 3.5-4 tonluk o ağır obüsler için yol yok. Arkadan topçu koruması yetişemeyince piyade Yunan tarafının makineli tüfekleri karşısında açık hedef. İşte o yüzden akşama doğru şartlar biraz değişmeye başlıyor. Geri püskürtülme yok, fakat Türk tarafı ilk aldıkları mevzi hatlarına yerleşip stand-by’a geçiyor.
Sonraki dört günün manzarası nedir?
Bütün o dört günün iki aşaması var: Birincisi taarruz, yani düşman cephesini yarma ve ikiye ayırma. İkincisi yardıktan sonra Sincanlı Ovası’nda çevirip meydan muharebesinde imha etme. Biz 27 Ağustos öğle saatlerinde, yani taarruzdan 1.5 gün sonra cepheyi peş peşe birkaç yerden yardık. Yunanlar Toklusivrisi’nde bıraktığı alay dışında bütün birliklerini Sincanlı Ovası’na doğru çekmeye başladı.
Sonra ikinci aşama için 30 Ağustos’ta Dumlupınar’a mı girilmesi gerekiyor?
Aslında Dumlupınar bizim hedeflediğimiz başarının ancak yüzde 50’sini elde ettiğimiz bir yer. Nedeni şu; biz Yunan ordusunun evet çok büyük bir kısmını artık Dumlupınar’daki meydan muharebesinde saf dışı bırakıyoruz. Yanılmıyorsam sadece Dumlupınar Ovası’nda ölen Yunan asker sayısı 13-14 bin. Ancak sağ çıkabilen 12-13 bin kişilik bir mevcutla Trikupis dört grup halinde Kızıltaş Vadisi’ne kaçıyor. İşte yüzde 50 başarı dememin nedeni bu. Çünkü güney tarafta Frangou’nun emrindeki 3.5 tümenle birleşmeleri ya da takviye gelmesi halinde “Milne hattı” (İşgal komutanlarından İngiliz General George Milne’nin Kasım 1919’da Yunan ve Türk kuvvetleri arasında çizdiği hat) dediğimiz Akhisar-Salihli hattına yerleşip savunmaya geçebilirlerdi. Ve işin kötüsü arkaya çekildikçe, yani cephe hattını daralttıkça o Milne Hattı dediğimiz yer hala İzmir’i korumalarına yeterdi. Yani 30 Ağustos’ta bir zafer kazandık doğru, ama tehlike tamamen ortadan kalkmadı.
”İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” demesinin nedeni bu mu?
Kesinlikle nedeni budur. Yani ordular gidip Akdeniz’de atlarınızı sulayın değil. Durmaksızın yürüyün, bir kez daha savunmaya geçmelerine izin vermeyin.” O yüzden zaten Batı Cephesi orduları bütün gücüyle 30 Ağustos’tan sonra İzmir’e gümbür gümbür aktılar. Milne hattına yerleşmeden Yunanlara bir darbe daha vurup iyice Batı’ya sürmek için…
Bu arada Mustafa Kemal, Başkomutan Meydan Muhaberesi’ni neden bizzat kendi yönetiyor? (İsmet Paşa’nın bu savaşa verdiği ad “Başkomutan Meydan Muharebesi”; “Başkomutanlık” ifadesi yanlış kullanım.)
Sadece Başkomutan Muharebesi’ni değil ki, Filistin’de, Gelibolu’da, Bitlis-Muş’ta, Sakarya’da, Taarruz’da… Bütün askerlik hayatı boyunca her zaman cephede. Bir Deli Halit gibi ön avcı hattında doğrudan piyade mermisinin hedefi olacak şekilde değil. O zaten kahramanlık değil, bir delilik olurdu Mustafa Kemal için. Size bir şey olduğu anda 10 bin kişilik bir tümeni tehlikeye atmış oluyorsunuz çünkü. Ama her zaman ön hatta askerle birlikte olmayı seven bir komutan. Kocatepe’de topçu menzilindeydi, Dumlupınar’da artık tüfek menziline girecek kadar yakın cepheye. Yeri tam olarak 11. tümenin, kolordu bile değil bakın, Çalköy’e yakın Zafertepe’deki muharebeyi idare noktası.
Peki 31 Ağustos günü durum nedir?
Yunan ordusu 27 Ağustos’ta cephesi yarılınca iki gruba ayrılmıştı biliyorsunuz; Aslanlar Ovası’nda Trikupis grubu 4.5 tümen; Dumlupınar Ovası’nda Frangou grubu 3.5 tümen. Biz 4.5 tümenlik grubu 30 Ağustos’ta tamamen savaş dışı bırakıyoruz. Yarısı ölüyor, kaçan yarısı artık savaşacak durumda değil. Ancak Trikupis’le irtibat kuramadığı için durumdan haberdar olmayan Frangou son ana kadar direnmeye çalışıyor. 31 Ağustos’ta Kaplangı Dağı’nda, 1 Eylül’de Kapaklar’da, 3 Eylül’de Takmak’ta ciddi anlamda muharebe yaşanıyor. Çok fazla şehidimiz var bu muharebelerde. Ama ne zaman her şey bitiyor? Trikupis’in 2 Eylül akşamı esir olduğunun ortaya çıkıp Frangou da artık onunla buluşamayacağını anlayarak çekilmeye başladığında… 6 Eylül’de son Frangou kuvvetleri de artık savunacak yer kalmadığı için o dakikadan sonra hakikaten arkasına bakmadan kaçmaya başlarlar.
Kaç km’lik bir takip bu ve hangi koşullarda?
350 km. Yunanların büyük bir kısmı özellikle Alaşehir-Salihli’den sonra trenlerle tahliye oluyorlar. Yürüyerek giden de çok fazla var. Kamyonları da kullanıyorlar, daha motorizeler. Ve 6 Eylül’de Salihli’den sonra artık ağırlıklarını bırakarak kaçmaya başlıyorlar. Ama biz toplarımızı, sahra hastanelerimizi vs taşıyarak takip ediyoruz. O yüzden Salihli’ye kadar sürekli temas var. Yani vuruyoruz gidiyorlar. Yakalıyoruz, bir daha vuruyoruz, bir daha gidiyorlar. Ama Salihli’den sonra artık üzerilerinde ağırlık ne varsa bırakıp kaçmaya başladıkları için 6 Eylül’den sonra mesafeyi bir güne çıkartıyorlar. İzmir’e girdikten sonra ise bizim yaklaşımımız Yunan askerlerini yakalayıp imha edelim değil, artık kontrollü bir şekilde sağa sola daha fazla zarar vermeden bir an evvel gitsinler şeklinde.
Genellikle nokta tam burada yani 9 Eylül’de konur, ama siz “Hayır, 18 Eylül” diyorsunuz?
Çünkü biz hep İzmir’den bahsederiz. Tamam 9 Eylül’de İzmir’e girdik, ki 14-15 Eylül’de hala Yunanların Çeşme’den tahliyeleri vardı. Ama Kuzey tarafı, yani Yunan 3. Kolordu’yla Bursa cephesinde yaşananları hiç konuşmuyoruz. Peki biz Bursa’yı nasıl geri aldık? Mudanya, Gemlik, İznik, Orhaniye, Orhangazi’yi nasıl geri aldık? Bunların da hepsi süngü zoruyla oldu. Çok şiddetli muharebeler yaşandı. 10 bin kişilik Yunan tümeninden 4.600 civarında esir aldık, kalan 5 bini muharebe meydanında öldü. Yani neredeyse Afyon cephesindeki kadar ağır kayıplar verdiler. Bunu yapan da Kocaeli Grubu’nun komutanı Deli Halit Paşa ile 3. Kolordu Grubu Komutanı Şükrü Naili Paşa.
Bu sayede de puşide-i siyah kalkıyor. Anlatır mısınız bir, nedir puşide-i siyah?
Evet, Temmuz 1920’de Bursa düşünce ertesi gün Meclis kürsüsüne bir siyah örtü örtülüyor. Hakikaten insanların içinin kan ağladığı bir gündür o. Devlet-i Aliye’nin payitaht kentlerinden biridir Bursa ve Meclis’te kürsüye siyah örtü serdirtecek kadar insanları duygusal olarak sarsmış bir olaydır. Ne varki işte 11 Eylül 1922’de 3. Kolordu’nun 1. Tümen Komutanı Abdurrahman Nafiz Bey Bursa’ya girer, geri alır ve ertesi gün puşide-i siyah dualar ve göz yaşlarıyla Meclis kürsüsünden kaldırılır. Dolayısıyla Bursa’ya girilmesi İzmir’e girilmesinden daha az değerli değildir. Aslında hepsinin geri alınması çok kıymetli, ama İzmir ve Bursa iki ağır darbedir. Meclis’te kürsüye siyah örtü serdirtecek kadar insanları duygusal olarak sarsmış bir olaydır. O yüzden geri alınması da çok önemlidir.
Peki “son kurşun” ne zaman, nerede atılıyor? (İlk kurşun 19 Aralık 1918’de Hatay Dörtyol’da Kara Mehmet Çavuş tarafından atıldı.)
18 Eylül sabahı Bandırma’da Deliklibayırı’nda. Ve son şehit de 61. Alay komutanı Yarbay Hüseyin Vecihi Bey.
Tek endişelendiği an 8 Eylül gecesiydi
En acı soru; bu acı tabii Yunan askerleri için de geçerli…
Elbette, savaş kötü çünkü…
Ne kadar insan kaybı yaşandı?
Sağlıklı şekilde tespit etmemiz çok zor, çünkü bazı sayılar özellikle kapatılmış durumda. Ama yaptığımız araştırmalar Yunan tarafının en az 29 bin askerinin esir alındığını ve en az 30-35 bin asker kaybettiğini gösteriyor. Yani tamamen savaş dışı kalan 65 bin civarında askerleri var. Türk tarafının kaybı 3.200 civarında. Bunun 1000’e yakını 30 Ağustos Zaferi’nden sonra takip harekatları ve Bursa-Mudanya civarındaki muharebelerde şehit olan askerler. 26 Ağustos’tan 9 Eylül’e kadar 80 bin civarında top mermisi kullanıyoruz. Bütün harekat bittiğinde cephane stoklarımız ciddi anlamda tükenmiş durumda. Yunanlar Afyon’dan İzmir’e kadar olan tarım arazisinin üçte birini giderken tamamen yaktılar. Neredeyse hiç besi hayvanı kalmadı. Sivil kaybı konusunda net bir sayı vermek zor. Köyleri sistematik yakmanın altındaki nedenlerden biri bu zaten. Bütün su kuyularını cesetlerle doldurarak gidiyorlar. Öyle ki 1 Eylül’den itibaren susuzluk bizim askerin büyük sıkıntısı oluyor. Uşak’tan itibaren dere olmayan yerlerde içecek su bulamıyorlar, çünkü neredeyse bütün kuyular dolu.
Türk tarafı için en kritik saat?
Bana göre Ömer Halis Bey’in komutasındaki 23. Tümen’in 29 Ağustos gecesi Kızılca sırtlarında Trikupis’le Frangou’nun bağlantısını koparması. Zaten 23. Tümen ve Ömer Halis Bey 26 Ağustos’ta başlatılan ve 18 Eylül’de biten sürecin bence yıldız oyuncusudur. En az dört defa çok kritik noktadaki müdahaleleriyle mecrasından çıkacak olayı tekrar mecrasına yerleştirip ordunun sel gibi İzmir’e gitmesini sağlamıştır.
En stratejik tepe?
Toklu Sivrisi. Üç Yunan savunma hattının birleştiği eksendir. En uzun dayanan yerdir. Ve biz oranın bu kadar stratejik bir öneme sahip olduğunu taarruz ettikten sonra fark ettik. Bu da bizim hatamız.
Gelibolu’da 57. Alay, Sakarya’da 190. Alay ne ise Taarruz’da hangi alayı söyleyebiliriz?
Büyük Taarruz’da bu şekilde kendini feda etmek zorunda kalan bir alayımız yok. Ama talihsizliğe uğradığı için çok ağır zayiata uğrayan 2. Süvari Tümeni’dir. 28 Ağustos günü Olucak’ta Yunan 2. Kolordusu’na baskın yaptığını düşünürken aslında bir kapanın içinde kalır. 250’ye yakın süvari şehit olur.
Mustafa Kemal’in en endişelendiği an?
26 Ağustos’tan 18 Eylül’e kadar bir an var ki gerçekten endişelendiğini biliyoruz. Onun dışında çok rahat. Özellikle 26 Ağustos akşamı herkesi rahatlatıyor, “Merak etmeyin yarın öğlene kadar kalmadan biter bu iş” diyor. Fakat 8 Eylül gecesi İzmir’e girerken Belkahve’de büyük endişe duyuyor. Çünkü oraya gelene kadar Yunanların Uşak’ta, Alaşehir’de Salihli’de, her yerde neler yaptıklarını gördüğü için “Allah vere de güzel İzmir’e bir şey olmasa” diyor. Tek endişelendiğini bildiğimiz gün o. Yoksa Yunanlarla savaşırken o kadar büyük bir gerginliği yok. Çünkü bir stratejisi var, ordu bunu harfiyen uyguluyor ve ilk andan itibaren sonuç alıyor.
Taarruz’un en dramatik olayı: Çiğiltepe
- Piyade Tümeni’nin Çiğiltepe’yi vaktinde alamamasında sizce kumandan Miralay Reşat Bey’in bir suçu var mıydı?
Hiçbir suçu yoktu. Zaten Çiğiltepe Reşat Bey’den sonra da süngü gücüyle alınmadı, Yunanlar boşalttığı için alınabildi. Üstelik genellikle yazıldığı gibi yarım saat sonra değil, taa altı sonra… Reşat Bey’in buradaki tek suçu görev namus bilinci çok yüksek, duygusal bir insan olması. Biz bunu konunun uzmanı arkadaşlarımızla da defalarca yerinde inceledik, ölçtük, tartıştık, vardığımız sonuç bu.
27 Ağustos sabah 11.00 suları; ne yaşıyor Reşat Bey?
O sahneyi gözünüzde şöyle canlandırın: Cephe yarılmış, 1. ve 4. kolordular Sincanlı Ovası’na akıyor. Bir tek siz kalmışsınız Yunan’ın karşısında. Ve karşınızdaki birlik de diğer Yunan birliklerinin çekilişini koruyan çok önemli bir birlik. Onu oradan söküp atamadığınız sürece askerler çekilen Yunanların peşine düşemiyor. Öte yandan yardımınıza geleceği vaat edilen süvari tümeni de gelemiyor. Tek başınıza kalmışsınız. Reşat Bey’in orada düşündüğü “Eyvah zafere giden ordunun önündeki engel benim.” Gerçekten kahrediyor. Bir de ortada Başkomutan’a verilen “12’ye kadar alacağız” sözü var. O da “Sözümü yerine getiremedim” diyerek Revolver’ini sağ şakağına dayayıp tetiği çekiyor.
Hele de sicil ahvali belgesinde “Aldığı emri vaktinde ifa etme alışkanlığı vardır” notu yazılmış bir asker için ağır bir durum…
Çok özel bir komutan.
Sakallı Nurettin Paşa’nın 6. Tümen’i Çiğiltepe’ye desteğe göndermediği, Reşat Bey’e de “Ben sizin yerinizde olsam yaşamam” dediği söylenir. Sizce intihar etmesinde bunların etkisi var mı?
Bu çok polemik bir konu. Ancak fikir yürütebilirim. Bence var, ama şimdilerin lafıyla “yemin edebilirim fakat ispat edemem.”
Not: Reşat Bey’e ölümünden sonra Atatürk tarafından “Çiğiltepe” soyadı verildi. Görevimi zamanında yapamadım diye 43 yaşında intihar eden Reşat Çiğiltepe’nin öldüğü zaman üzerinde askerlik hayatı boyunca aldığı 18 kurşun ve şarapnel yarası vardı.
No Comments